Abstract
Diyabet vücutta insülin hormonunun eksikliği, etkisizliği veya yeteri kadar üretilememesi sonucu gelişen, ayrıca kronik komplikasyonların karbonhidrat metabolizmasını bozan ve kandaki glikoz seviyesini arttıran bir hastalıktır. Yoğun susuzluk, yoğun açlık ve idrara sık çıkmak gibi semptomlarla görülen diyabet, tedavi edilmediği sürece hastada birçok komplikasyona neden olur. Zamanında önlem alınmadığı ve kan şekeri kontrol edilmediği takdirde özellikle damarlar üzerinde olumsuz etki göstermektedir. Şekerin toksik etkileri başta gözler, böbrekler, sinir uçları, kalp, beyin ve bacak damarları gibi pek çok organımızda ve dokumuzda kalıcı hasarlar oluşturabilmektedir [1]. Bu nedenle diyabette erken teşhis, birçok hasarın yaşanmaması için hayati önem teşkil etmektedir.
Dünya Sağlık Örgütü’nün güncel verilerine göre, başta düşük ve orta gelirli ülkelerde çoğunlukla görülmek üzere dünyada yaklaşık 422 milyon insan diyabet hastasıdır ve her yıl gerçekleşen 1.6 milyon ölümün nedeni doğrudan diyabet ile ilişkilidir. Bu nedenle diyabet, dünyada gerçekleşen ölümlerin önde gelen nedenlerinden biri olarak kabul edilmektedir ve hem vaka sayısı hem de prevalansı sürekli olarak çarpıcı biçimde artmaktadır. Bu olumsuz tablo karşısında ülkeler, 2025 yılına kadar diyabetteki artışın global olarak durdurulması için hedef koymuş ve iş birliği yapmaya karar vermişlerdir [2].
Sağlık Bakanlığı’nın 2018 bütçe sunumunda yaptığı açıklamalara göre Türkiye, diyabet sıklığında OECD ülkeleri arasında ikinci sırada yer almaktadır ve yaklaşık 7 milyon diyabet hastasının var olduğu bilinmektedir. Türkiye Diyabet Vakfı’nın 2016 raporlarına göre ise, Türkiye’de diyabet tüm Avrupa ülkeleri arasında en hızlı artışı göstermektedir. Türkiye’nin bu tehlikeli konumu, diyabetin tanısı ve önlenmesi konusunda bilimsel çalışmalara ihtiyaç duyulduğunu vurgulamaktadır.