Abstract
Geçmişten günümüze var olan tüm toplumlarda bedene ve onun ölümüne ilişkin çeşitli inanç ve pratiklerle karşılaşılması mümkündür. Ölüm bu yönüyle geleneksel toplumlarda ve kadim kültürlerde izdüşümleri bulunan sosyal bir fenomen olarak tanımlanabilir. Bedenin ölümü, modern dönem öncesi toplumlarda hemen her zaman folklorik olarak inşa edilmiştir. Ancak 19. yüzyıl başlarından itibaren, ölümün modern tıp ve tıbbi kurumlar aracılığıyla takibi yapılan bir konuya dönüşmesi, ölüme ilişkin sosyal ve biyolojik bazı kabullerin dönüşümüne yol açmıştır. Çalışma bu bağlamda, asırlardır toplumun ve kültürün asli bir unsuru olmuş ölüme ilişkin bazı sosyal ve biyolojik kabullerin, 19. yüzyıl başlarından itibaren geçirdiği dönüşüme odaklanmaktadır. Ölümün sosyal boyutundaki dönüşüm, ölümün modern dönemde inkâr edildiği tezi üzerinden ele alınmış ve "yaşama eklemlenen ölümden", "yaşamdan soyutlanan ölüme" doğru geçişin toplumsal analizi yapılmaya çalışılmıştır. Ölümün biyolojik dönüşümü bağlamında ise, 20. yüzyıl başlarından itibaren yoğun bakım düzenlemeleri ve tıbbi teknolojilerin gelişimine paralel olarak ortaya çıkan, "ölümün yeniden tanımlanma gereksinimine" odaklanılmaktadır. 1968 yılında Harvard'da toplanan ad hoc komite tarafından, "biyolojik ölüm"/"doğal ölüm" tanımına, bazı teknik imkânlarla kalp atışı ve solunumu yapay olarak sürdürülen ancak beyin fonksiyonlarının tümünün geri dönüşümsüz biçimde kaybedilmesi durumunu ifade eden "beyin ölümü"/"klinik ölüm" tanımı eklenmiştir. Ölümün tanımlanmasıyla ilgili paradigma değişimi çerçevesinde beyin ölümünün yapısına, anlamlandırılması ve algılanışına ilişkin genel bir değerlendirme yapılmıştır. Ölümün sosyal ve biyolojik bakımdan geçirdiği dönüşümün anlaşılabilmesi ve modern dönemde hangi açılardan tartışıldığı, literatür taramaları aracılığıyla ortaya konulmaya çalışılmıştır.