Abstract
Bu tezde retorik, ideoloji ve söylem çözümlemesi aracılığıyla bilgi ile toplumsal alan arasındaki ilişkinin nasıl biçimlendiğine yönelik felsefi bir sorgulama yürütülmektedir. İncelemedeki üç tarihsel dolayım arasında bir kopuş değil, bilakis anakronizme düşmeyecek biçimde temas varsayılmaktadır. Hakikat kavramını merkeze alarak ilerleyecek olan soruşturmada, bilgi ile toplumsal alan arasındaki karşılıklı ilişki felsefi bir düzleme yerleştirilmektedir. Bilgi ile hakikatin toplumsal olanla ilişkisini tarihsel bir düzlemde ve felsefi olarak çözümlerken, saf bir epistemoloji yapma amacı taşınmamaktadır. Bu nedenle çalışmanın başat disiplini olarak sosyal epistemoloji bağlamına yaslanılmaktadır. Amaç saf bir epistemoloji tartışması yürütmekten ziyade, epistemoloji ile bilgi sosyolojisinin kesişme aşamalarının üç temel kavram eşliğinde eleştirel-tarihsel bir çerçevede ele alınmasıdır. Toplumsal ve politik yapının değişmesiyle bir tür ihtiyaçtan doğan retoriğin felsefi ve tarihsel analizi; değişen dönem, süreç ve nesnel-toplumsal koşullarda Aristotelesçi retoriğin alımlanması ve kullanımında birtakım farklılıklar olabileceğini göstermektedir. Bu farklılıklara rağmen son kertede retoriğe ilişkin ikili bir tanım oluşmaktadır. Bu ikili tanım, bugün, toplumsalın kurulumunda retoriğin varlığı konusunda çözüm sunmaktadır. İdeolojinin felsefi ve tarihsel analizi göstermektedir ki ideoloji, bilimin hakim olduğu somut toplumsal koşullarda, yeni bir bilim olarak ortaya çıkmış olsa bile zamanla bilim karşısına yerleşmektedir. Bilim olan ve olmayan üzerinden getirilen tanımla ideolojinin de retorikte olduğu gibi çifte tasviri ortaya çıkmaktadır. Bu çifte tasvirlerden Karl Marx'ın işaret ettiği negatif yüklü olanın toplumsalın kurulumundaki işlevi dikkatli olmayı gerektirmektedir. Hangi sözceler veya sözceleme biçimlerinin toplumsal alanda hangi etkileri yarattığını çözümlememizi sağlayan söylem analizinin iki ayağı söz konusudur. Bunlardan biri dil felsefesiyken, diğeri Michel Foucault'nun analizleridir. Arkeoloji, soybilim ve etik üçgeninde yer alan söylemin, hakikati veya doğruyu söyleme pratiğiyle ilişkisi toplumsalın kurulumunda etik-politik bir tahayyülü harekete getirir görünmektedir. İçinde yer aldığımız post-hakikat durumunda, retorik, ideoloji ve söylem kavramlarının bize sunduğu olanak ve sınırlılıkları belirlemek çalışmanın temel amacıdır. Bu izleklerin düşünme (theoria) ve eyleme (praksis) biçimlerimizi ne şekilde etkilediğini tespit edebilmek ve toplumsal düzeyde hegemonik eksende işleyen görüşlere ikna edilme sürecine nasıl dahil edildiğimizi kavramak önem kazanmaktadır.