Abstract
Mimarlık yolculuğumu düşündüğümde, bu alanın özü ve içindeki yerim üzerine derin yansımalar ortaya çıkıyor. Mimarlık, sadece inşaat yapmaktan öte, dünyayla olan bağlantımızın somutlaşmış halidir; sadece fiziksel alanları değil, aynı zamanda zihinsel ve duygusal manzaralarımızı da şekillendirir. Ancak, dönüştürücü potansiyeline rağmen, mimarlık sıklıkla doğanın hassas dengesini bozar, ekosistemleri değiştirir ve çevrede kalıcı bir iz bırakır. Dayanıklı varlığına rağmen, mimarlık doğanın güçlerine karşı savunmasızdır, bize inşa edilmiş çevremizin geçiciliğini hatırlatır. Bu karmaşıklıkta yol almak büyük bir zorluk teşkil eder. Bir mimar olarak, hem ilham veren hem de korkutan bir alana nasıl anlamlı bir katkı yaparım? Mimarlığın incelikleri, her biri kendi zorluklarını ve kısıtlamalarını sunan birçok faktör—malzemeler, iklimler, kültürler ve düzenleyici çerçeveler—tarafından şekillendirilir. Bu zorlukların ortasında derin bir merak yatıyor: Mimarlığı doğa ve çevresiyle uyumlu bir şekilde nasıl bütünleştirebilirim? İklim değişikliği tartışmalarının ötesinde, daha derin bir gerçek yatıyor—doğal dünya ile olan bağlantımızın anlaşılması. Bu, mimarlığı doğa üzerine bir yük olarak değil, onunla simbiyotik bir fırsat olarak yeniden hayal etmekle ilgilidir, özellikle sürdürülebilir altyapıya ve düzenleyici denetime erişimin sınırlı olduğu bölgelerde. Tezimde, uyum sürecini—karmaşıklıkları aşarak doğayla sadece bir arada var olan değil, onun ayrılmaz bir parçası haline gelen bir mimarlığa ulaşma yolculuğunu—araştırmayı amaçlıyorum. Bu, düzenlemeler, kaynaklar, hesap verebilirlik ve farkındalığın eksik olduğu zorlu ortamlarda inşa etme fırsatlarını keşfetme gibi benzersiz bir zorluk içeriyor. Odak noktası, özellikle kapitalist gündemler tarafından yönlendirilen düzenleyici boşlukların ve denetimin istismarı nedeniyle betonlaşan kentsel alanlarda, insan refahını teşvik ederken çevreyi koruyan ve geliştiren bütünsel bir yaklaşım benimsemektir.