Özet
Tüccarları, hacıları, iş için seyahat edenleri; şehirde ve seyahat yolları üzerinde hayvanlarıyla ve eşyalarıyla birlikte barındıran, onlara güvenli bir konaklama ve yiyecek temin eden binalara kervansaray, mihmansaray veya han ismi verilirdi.
Mimari düzenlemelerindeki rasyonellik ve işlevsellikleriyle, inşaatlarındaki sadelik ve samimiyetleriyle bugün dahi takdirle dikkat çeken han ve kervansaraylarımız, Türk sivil mimarisinin en önemli kollarından birini teşkil ederler.
Han ve kervansaraylar, modern ulaşım araçlarının kullanılmaya başlanmasından önce, yolculuk edenleri barındıran yapılardı. Kervanların, yani yolcu kafilelerinin güvenle seyahat edebilmeleri için Türkler çok eski zamanlardan beri, yollar üzerinde bu kafilelere sığınak olması amacıyla — o dönemin otelleri sayılabilecek — kervansaraylar ve hanlar inşa etmişlerdir.
Kafilelerin dışında, posta servisleri de atlı tatarlar tarafından gerçekleştirilirdi. Bu atlılar bir istasyondan diğerine hızla gider, orada at değiştirir ve yollarına ara vermeden devam ederlerdi. Gerek kervanlar gerekse posta tatarları, menzil adı verilen her konak yerinde duraklarlardı. Bu nedenle, her menzilde, bulunduğu yerin önemine göre büyük ya da küçük bir han bulunurdu.
İki menzil arası yaya yürüyüşle 8–10 saati geçmezdi. Bu şekilde kervanlar bir menzilden sabah hareket eder, akşam namazından yani hava kararmadan önce diğer menzile varırlardı.
Evliya Çelebi, Seyahatnâmesi’nin ikinci cildinde, İstanbul’dan Erzurum’a giderken geçtiği menzilleri ve kasabaları şöyle anlatır:
"Üsküdar’dan hareketle 7 saatte ilk menzil olan Pendik kasabasına geldik; burada mamur hanlar vardır. Buradan 6 saatte Gebze kasabasına vardık... Gebze’den 5 saat giderek Hereke Kalesi’ne ulaştık... Buradan 6 saat doğuya doğru giderek Sapanca kasabasının menziline geldik..."
Ancak, Koyluhisar gibi dağlık ve sarp bölgelerde menzillerin birbirine 2–3 saat kadar yakın olduğunu yine Evliya Çelebi’den öğrenmekteyiz.